Markalaşmış isimlerle ilham veren röportajlarımızın yepyeni konuğu: Hakan Şık
Profesyonel hayata pazarlama danışmanı olarak 100’den markayla çalışan, birçok sektörü deneyimleyerek önemli başarılara imza atan ve Taksim’deki 55 m2’lik ofisten Bebek’teki 3 katlı villaya uzanan keyifli kariyer yolculuğundaki deneyimlerini anlatan, Hakan Şık ile kişisel markası üzerine keyif dolu bir röportaj gerçekleştirdik.
Hakan Şık olarak isminizi markalaştırmış profesyonellerden birisiniz. Kişisel markanızı tanımlayan 3 kelime nedir?
Sanırım ilk kelime merak. Hani derler ya her çocuk meraklıdır, zaman geçtikçe büyüdükçe o merakımızı kaybederiz. Ben bu açıdan şanslıydım, merakımı hiç kaybetmedim. Meraklarım peşinde yeni şeyler öğrenmek bana hep çok heyecan verdi, hala da veriyor. Beni asıl zinde tutan şey bu.
İkincisi değer. Bunu “kişisel değerlerine sadık olmak” olarak açabiliriz. Yaşadığımız mahalleden, en global ölçekteki dünyaya kadar her geçen gün yeni değer yargılarının ortaya çıktığı dünyada kaybolmamak için güçlü filtrelere ihtiyacımız var. Her değer yargısının tartışmaya açık olması gerektiğini düşünmekle beraber; saygı, dürüstlük, sadakat, hak yememek, işini iyi yapmak gibi bazı genel geçer kavramların çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Sonuncusu muhalefet. Genç yaşlarımdan beri etrafımdakilerden en çok duyduğum kelimelerden biri bu, ne kadar muhalifsin, her şeye mi karşısın, hatta ne kadar gıcıksın. Ben bu muhalefet olma durumunu hayatla ilgili dertlerim olmasına bağlıyorum. Hayatın anlamını çok sorgularız, konuşuruz değil mi? Ben bundan kurtuldum bir süre önce. Ne yapabilirim kısmına geçtim. Bir şeylere sürekli karşı çıkıp, bunun için bir şey yapmamayı kendime yediremedim. Bu yüzden benim hep hayatla ilgili dertlerim vardır, bazılarını çözerim, bazılarını çözemeyip sonraya bırakırım. Ama mutlaka uğraşırım, didinirim. Ve bu beni gerçekten çok zinde tutuyor.
Markanızın sahiplendiği değerler nelerdir?
“Hakan Şık” markası deyince tuhaf hissediyorum tabi ki. Umarım ileride kendinden üçüncü tekil şahıs olarak bahseden birine dönüşmem 🙂
İtibar, ilk ve en önemli değerim. Yıllardır birlikte çalıştığım ve halihazırda da danışmanlık verdiğim şirket ve kurumdakilere her seferinde söylediğim çok önemli bir şey var. “İtibarım, sizden kazanacağım herhangi bir bütçeden çok daha önemli.” Dolayısıyla insanlar, en baştan benim nasıl bir kafa yapısı ile iş yaptığımı bilirler. Bunun hayatımı nasıl rahatlattığını anlatamam.
İkinci önemli değerim; İngilizce’deki adıyla resilience. Yılmazlık olarak çevirebiliriz sanırım. Hata yapmadan herhangi bir başarının mümnkün olmadığını yıllar içerisinde gördüm. Sürekli düştüm, tosladım, beceremedim. Ama hatalarımdan öğrenip kalktığım zaman elde ettiklerime ben bile bazen şaşırdım. Bu anlamda ne kadar düşersem düşeyim, mutlaka ayağa kalkarım. Mutlaka yoluma devam ederim. Her ne olursa olsun. Bu sizi neredeyse yenilmez yapan bir güç haline getiriyor.
Üçüncü değer ise Dürüstlük. İlk bakışta çok genelgeçer bir kavram gibi görünse de ben buna “hiçbir koşulda karşındaki aptal yerine koymama” perspektifinden bakıyorum. Yalan söylemek gündelik hayatta hepimizin ihtiyacı, buna bir itirazım yok. Ama gerçekten karşındaki insanı kandırmaya çalışmak ve bundan kısa veya uzun vadede bir şey elde etmeye çalışan kişilerle iş yapmaya devam etmem. Bu kafa yapısındaki insanlar, işlerini çok iyi yapsalar dahi hem kendilerine, hem size mutlaka zarar verirler.
“Başlangıç noktam, kendi merak ettiklerimi insanlara aktarmaktı”
Profilinizde 100’den fazla markayla çalıştığınız yazıyor. Bu kadar fazla markayla çalışma deneyiminin size kattığı tecrübeyi nasıl yorumlarsınız?
Uzun yıllar reklam ajanslarında çalışmak, birçok farklı sektördeki farklı markalara çözüm üretmenizi sağlıyor. Bu, muazzam bir tecrübe ve sürekli kendinizi yenilemek, o sektör hakkında o markalar hakkında yeni bir şeyler öğrenmek zorundasınız. Direktör olarak çalıştığım dönemlerde sorumlu olduğum marka sayısı 25-30 arasında değişirdi. Günlük rutin işleri ekip arkadaşlarım hallediyor olsa da örneğin o marka ile bir toplantıya girdiğinizde yeterli sektörel bilginizin olmaması gibi bir durum söz konusu olamaz. FMCG dediğimiz hızlı tüketim ürünlerinden, otomotive, gıdadan, anne-çocuk ürünlerine, lojistikten, turizme aklınıza gelebilecek her sektörle ilgili halen bilgim var ve takip ederim. Bu o günlerden gelen bir alışkanlık. Bu sizin hem Türkiye, hem de dünya ekonomisinin nereye gittiğini görmenizi de sağlıyor. Ekonomi bilmeyen bilmeyen birinin iyi bir iletişimci veya pazarlamacı olma ihtimali olduğunu düşünmüyorum.
Kişisel marka hikayenizdeki en güçlü kırılım ya da viraj anı nedir?
Önemli anlar var ama tek bir tane var demem haksızlık olur sanırım. Ben aslen Jeofizik Mühendisiyim. 1,5 yıl kadar mühendislik de yaptım mezun olduktan sonra. Fakat bunun bana uygun olmadığını anlayıp önemli bir kariyer değişikliğine giderek iletişimci/pazarlamacı olmaya karar verdim. Bu önemli noktalardan biriydi.
Sonrasında kendi ajansımı kurup batırma sürecim bana belki de en çok şey öğreten dönemlerden biri oldu. Taksim’deki 55 m2’lik ofisten Bebek’teki 3 katlı villaya uzanan çok keyifli ve çok öğretici bir dönem.
Ve tabi daha sonrasında da marka tarafında çalışmaya başlamam, orayı daha içeriden deneyimlemek önemli dönüm noktalarından biriydi. Çünkü reklam ajansında fikir üretir ve sunarken, mutlaka sunum yaptığınız markanın yöneticisinin farklı bir gündemi oluyor. O gündemlere hakim olmadığınızda gerçekten işe yarayabilecek fikirler bile çöpe gidebiliyor. O dinamikleri anlamak adına marka tarafında uzun yıllar çalışmak da bana çok şey kattı.
Podcast içerikleri son zamanlarda epey arttı. Bu artış hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Podcast’in büyük bir avantajı var. Video içerik tüketirken olduğu gibi kendinizi tamamen tek bir işe odaklamak zorunda değilsiniz. Podcast dinlerken, araba kullanabilirsiniz, spor yapabilirsiniz, yemek hazırlayabilirsiniz. Yani size çok zaman kazandıran bir şey. Ve en güzel kısmı da radyodan farklı olarak bunu istediğiniz zaman yapabiliyor olmanız. E daha ne olsun? Bu anlamda ses tüketimi önümüzdeki aylarda ve yıllarda katlanarak artacak. Öncelikli ABD, sonrasında da Avrupa ve Türkiye’deki güncel verilerde de bunu görüyoruz.
“Ancak sürüden ayrılanlar, özgün olanlar, kendileri kalabilenler kişisel marka olabilecekler. Ve bu gerçekten hiç de göründüğü kadar kolay değil.”
İş kategorisinde 2. sıraya kadar yükselen, “Bedava Fikir” podcast serinizi oldukça başarılı ilerliyor. Podcast serinizin bu başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
En son da Azerbaycan’da İş Kategorisi’nde 1. oldu. Açıkçası tabi ki Bedava Fikir’e başlarken üst sıralarda yer almak gibi bir hedefim vardı. Ama bunun gerçekten planlı bir şekilde yapmak çok kolay değil. Sıfırdan bir içerik üretiyorsunuz, yeni bir platforma yeni bir formatta üretiyorsunuz. Başlangıç noktam, kendi merak ettiklerimi insanlara aktarmaktı. Genel içerik üretiminde gördüğüm bir sıkıntı var. İnsanlar, Youtube olsun, podcast olsun, Instagram olsun fark etmez, çok paylaşılan ve izlenen içerikleri örnek alıp, oradaki içerikleri üretmeye çalışıyorlar. Bunda ilk bakışta bir yanlış yok gibi görünse de, eğer o içeriği üretmeye gerçekten meraklı değilseniz ve yeterli bilginiz yoksa bir yerden sonra tükeniyorsunuz. Dolayısıyla içinizdeki özgün merakı bilgiyle birleştirmeniz lazım. Başarının en azından şimdiye kadar görebildiğim tek yolu bu.
Takip ettiğiniz markalaşmış isimler kimlerdir?
Guy Kawasaki, Naval Ravikant ve Gary Vaynerhuck özellikle son yıllarda çok daha yakından takip ettiğim isimler. Sadece yaptıkları işler ve kafa yapıları değil, insani değerler açısından da ilham veriyorlar.
Size cesaret ve ilham veren bir motto/quote var mıdır?
Çok var 🙂 Ama lise yıllarımdan beri değişmeyen bir tanesini paylaşayım.
Shel Silverstein’in şu dizeleri beni hala çok etkiliyor.
“Yapmamalısın!”ları dinle, çocuk.
“Yapmazsın!”ları dinle.
“Yapmasan İyi Olur!”ları dinle.
İmkansızları, “Yapmayacaksın!”ları.
“Asla Olmadı!”ları dinle.
Sonra bana yaklaş ve dinle.
Her şey olabilir, çocuk.
Her şey, olabilir.
İnsanların yoğun rekabet içerisinde olduğu 21. yüzyılda “kişisel marka” kavramının geleceği hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Kişisel marka kavramı hep vardı, sadece biz ona itibar veya işini iyi yapmak diyorduk. Akıllı cep telefonları ile başlayan belki hiper-bireysellik diye adlandırabileceğimiz bir dönemdeyiz. Instagram’da yaşamadığımız hayatları yaşıyor gibi gösteriyoruz. Bunu da çoğunlukla fark etmeden yapıyoruz, çünkü herkes öyle yapıyor ve normali artık bu diye düşünüyoruz.
Burada çok büyük bir tehlike var; bu bizi bireysellikten tektipliğe götürüyor. Aynı selfie’ler, aynı özlü sözler, aynı paylaşımlar. İşte kişisel marka tam burada devreye giriyor.
Ancak sürüden ayrılanlar, özgün olanlar, kendileri kalabilenler kişisel marka olabilecekler. Ve bu gerçekten hiç de göründüğü kadar kolay değil.